Ali Kılıç ile Sohbet (2. Bölüm – Letta’da Fikrî Verim Zemini)

İGİ- Letta’nın fikrî çerçevesi ve bu zeminin tam olarak nasıl bir iddiaya sahip olduğunu da belirtirseniz, daha güncel başlıklara geçebiliriz. Sır Müşterekliği’nin ikinci baskısıyla birlikte başka yeni bir eserin yakında basılacağını biliyoruz, bu iki eserden hareketle Letta’ya bakışımız nasıl olmalı?.

AK- Kısaca geçmenin mümkün olmadığı bir husus bu. İlk eserimizde hafifçe hissettirdiğimiz, yayınlanacak ikinci eser ve ilk eserin yeni baskısıyla birlikte tahkimini tamamladığımız bir çerçeve. İBDA Düşüncesi’ni Letta’da tahkim çerçevesi ve bu çabadan doğan Letta Verim Dili. Verim dilimizin birçok hususiyetine burada uzunca değinemesem de, birkaç hayatî noktayı vurgulayabilirim. Az önce çeşitli mevzular etrafında Letta’nın doğumuna giden süreci değerlendirirken buraya dokunacağımızı söylemiştim. Aslında şu ana kadar yaptığım tüm değerlendirmelerin meydana çıktığı aslî muhasebe odağı tam olarak burası. Geçmişte sürekli vurguladığım bir yer; ideolojik vaazın tecrit zeminine bakış, onu kavrayış ile mücadelenin bütün alanlarında gerçekleştirilecek faaliyetlere dair tasavvur, tutum ve tavırlar bir uyum göstermeli, hissettirmeli. Biz bütün insanî uğraş alanlarında tahakkümü ifşa edilecek bir dünya görüşüne bağlıysak, asıl sorumluluğumuz insanî tecrübeyi bütünleyici bir noktadan konuşabilmek. Burada dikkat etmemiz gereken temel husus, “bakan” biziz. Az önce İdeolojik Eğitim konusunda birkaç sıkıntıya dikkat çekmiştim.

İGİ- Yıllardır iç çalışmalarda odaklandığınız meselenin ne olduğuna aşinayız. İBDA Fikriyatının terkibî hükümleriyle alaka üzerine konuşarak burayı toparlayabilir misiniz?.

AK- Oraya geliyordum. Dediğim gibi, ilk eserde sıkça yer vermiştik bu konuyla ilgili uyarılarımıza. Gitgide şunu anlamalı; İBDA’yı İBDA’nın kendini ve Büyük Doğu’yu vasıfladığı ahenkle uyum içerisinde kavrayıp yepyeni gündemlerin ortasında yaşamak. Bu bizzat tecrit hamamına girip kan terlemekle gerçekleşebilir, “hamam” tecrit zeminine muvafık bir dilin -düşünce dilinin- keşfedileceği derinliğine düşüncenin mekanı, kanlı ter ise doğrudan “verim sahibi”nin tüm verim muhtevasına vesile olan şahsiyet çilesinin ifadesi; “aslî muhteva”ya vesile olan. Verim sahibinin İBDA’ya nisbetini “vasıflandırma” zarureti, örgüye iştirak hususiyetini ortaya koyabilmek. Diyalektik bütünlüğün ayrıntılı bir müşahhas çalışma yoluyla, bir sistemin kendi iç zorunluluğuna nisbetle aşamalı olarak kuruluşunu yakından YAŞAMAK yoluyla keşfi, istidlali ve sezgisi-hissi. Bunun İBDAcı bir doğrultuda yapılması ise, yaşayan bir muhakeme tarzıyla, nisbet karakteristiğiyle terkibî hükümleri ele alma ve her alanda yeni neticelendirmelerin ortaya koyulmasıyla, bu sınava girmekle. Mevzular boyunca BAĞLILIK YÖNÜNDEN tahkiki ve tahkimi gerçekleştirilmemiş hükümlerle değil, İBDA çevresinde meydana getirdiğimiz yeni neticelendirmelerle ve hükümleri konuştuğumuz yeni tatbikî konseptlerle birlikte fikir ve aksiyonun er meydanına çıkmak, bu “şahsiyetçilik” ilkemizin de bir gereği. İlk eserde yer almıştı; “özenle işlenmemiş ham madde ile –teçhizatlanıldığı zannıyla– muharebe alanına çıkma yanlışına engel olmak”. Diğer türlü vaziyetimiz kendi kendimizi şampiyon ilan edeceğimiz tek kişilik bir turnuva(!)ya benzer ki tam vehamet. Biz Letta olarak hem muhasebe sürecimizde hem de önümüzdeki mücadele yolumuzda bu sınava girmeyi seçtik; Allah bu sınavı hakkıyla verebilmeyi nasip etsin.

İGİ- Birkaç çizgiyle genişletebilir misiniz?

AK- Eser genişliğinde konuşulacak bir mevzu, burada ancak öz halde dokunabiliriz zaten. Öncelikle şu hakikati başa koyalım. İBDA Mimarı’nın merkeze aldığı bahisler bir fert olarak ben-başkası gerginliği içinde insanî hakikati tecrübe edişte kendini sunan en merkezî meselelerdir, kuşatıcı meseleler. Bu doğrultuda şu veya bu disiplinde bu meselelerin problemleştirilmiş olması, İBDA’nın tecrit faaliyetini o disiplinin “yerel konumu”yla kategorik bir ilişkiye sokmaz. İBDA düşüncesi varoluşan-bedaheten bir nitelikle bütün insanî varoluş sahalarını, bunların teori veya pratik yönünden disiplinleştiği her alanı kuşatmış ve temel meselelerini bu doğrultuda bütünlemiştir. Bu faaliyet, kimlikçi mukavemeti ima eden bir tarz veya diğer bir deyişle “Batıya karşı bir savunma psikolojisi”nin sonucu değil, bizzat düşünme faaliyetinin vasıflandığı “ahlakî nitelikleri” bakımından topyekûn tüm insan verimlerini kendi bünyesi için “malzeme” kılma faaliyetidir. Bu nokta çoğu zaman es geçilir veya umursanmak istenmez ve İBDA’nın has ve hususî, İslamî veya gayrı İslamî bir örneği olmayan tecrit zemini ya idealist felsefeler ile veya çeşitli mistik akımlarla benzeştirilir, en alakasızı içinse bu zemin “gereksiz soyut taslaklar”dan ibarettir; “gereken”i belirlemenin soyut veya somut seviyesine sahipmişçesine atıp tutmalar. Üzülerek söylüyorum, sayıları az da olsa dıştan çamur atmaya çalışanların saçma sapan tespitlerle, adeta “hiç okumasa daha iyiydi” dedirttikleri nokta burasıdır. Terkibî hükümlerin yeri ve değerini ifade edebilmek için ele almam gereken bir hattı burası. Bütün bir düşünce tarihi bir yanda, özellikle 20. Yüzyıl batı düşünce, ilim, sanat ve siyaset kargaşasına bakarsak birbiriyle en alakasız konumları -buna konumsuzluk konumu da dahil- tutmuş akımların ortaklaştığı ve insanî öze doğru tasfiye olmak zorunda kaldıkları yolların kesiştiği kavşak noktasında İBDA düşüncesinin şekil, muhteva, şekilleşmiş muhteva ve muhtevalaşmış şekil bütünlüğü. Ve biz haldeki faaliyetimizin maksatlarına göre bu noktayı verime döndüreceksek, bu tahakküm ve tasarrufu ortaya koyan çalışmalarla görünmek zorundayız. Letta’da fikrî verim çerçevesi bu bedahetin “bedaheten” gerçeklenmesinden başka bir şey değildir. Burada yerinde terkibî hükümlerin doğrudan kullanılması veya yerinde doğrudan kullanılmayıp bu hükümlerle bakışacak şekilde terkibî bir akış sağlanması, hangi seçenek uygun düşüyorsa, o çizgide ilerlenir. Cari anlamda İBDAcı bir doğrultuda saf düşünceyi, ilimleri, sanatı ve siyaseti tahlil, tenkit, tahkik ve tahkim yollarında “üst dil-üst diyalektik”e muvafık bir terkibî kıvamda öz şahsiyetimizle yürümek. Mesleğimiz budur.

İGİ- Heralde son olarak değindiğiniz “bedahet” kavramı, sizin için İBDA’ya bakışta kritik hususları kendisinde topluyor, biraz bahsedebilir misiniz?

AK- Bu bahsi ilk eserde dil ve zaman etrafında yer verdiğimiz meselelere yerleşik şekilde konuşmaya çalışmıştık. Fakat bu kısımları ilk eserden çıkarttık ve ikinci eserde “bedahet”i ayrı bir bölüm olarak işlediğimiz sayfalara aktardık, oraya nazaran kısaca konuşayım. İlk olarak “bedahet” derken lûgatteki ilk anlamıyla veya mantık dahilinde kullanıldığı kavramsal-kategorik anlamıyla kastedilenleri aşan bir kavrama dikkat çekiyoruz, bu anlamları da ihtiva edecek şekilde. İBDA terkibî hükümlerinin bedahetlerin hakikatini ölçülendirmesi meselesi ile bizzat hükümlerin bedahet belirtmesi bahsi buna güzel bir örnek. Burada, yeni dönem Batı tefekküründe de klasik Batı Metafiziği’ni tenkid sadedinde kullanılan bir bedahet üzerinden kısa bir geçiş yapabiliriz; insanın hayatı alelade tecrübesinde, kısmî zihnî yönelişlerin özel olarak işlemediği bir yerde doğrudan doğruya yaşadığı “tabiî-varoluşan” durum. Bu tecrübede ruhun ilgisinin ne analitik, aritmetik ne de mantıkî-sembolik nitelikte olup, doğrudan doğruya saf bir “kavrayış-anlayış” olması. İBDA Diyalektiği ölçülendirmeleri bu her türlü aklî faaliyetten taşkın tabiî hale hitap ediyor; “zihnin doğrudan kavrayışı”na, bedaheten. Ve bizzat ölçülendirmeler bedahet belirtiyor, “ruhî-aklî”lik halinde berzah sınırında, bütün zihnî-teorik işlemlerin yeri ve değerini tayin edici üstün seyir, Büyük Doğu’yu aklî-metodik sahnelerde yürütmek. Az önce yer verdiğim hususları biraz da bu çerçeveden dillendirmek gerekirse, şöyle; bedahetlerle iş görme durumu insanî öze dair ve çeşitli insanî verim şubelerinde (fikrî, ilmî, siyasî, sosyal vs.) gerçekleştirilen bütün faaliyetler bu çerçevede, müslüman veya kâfir, İBDA Mimarının vurguladığı bir nokta. Burada özellikle hatırlamakta fayda var. İlki, “Ruhumdan üflediğim ruh” ve “Emrinden ruhu, kullarından dilediğine ilka’ eder” ölçüleri, diğeri ise “Halkın dili Hakk’ın dilidir” hikmeti… “Bilen-ben” yönünden bilinenleri vesile kılarak, “bilinen-şey” yönünden ise “bilen-ben”in hakikatine giden sarp geçitlerde Hakk’ın yaratış sırrına karşı acz idraki-tecrübesi ve bunun dünya hayatındaki işlere sirayeti, sır hassasiyetinin diyalektiği. Hadsî, zihnî, mantıkî, hissî bütün bilgilenme yollarını aşkın ve bunlar üzerinde nüfuz sahibi “üst mantık-üst diyalektik-mana dili”. Ve biz ayrı ayrı tüm şubelerden elimize geçen verileri “vasıta fikrî inşa”nın bedahet zeminine doğru derinleştirerek, herhangi bir sahaya has mevzu dili ve mevzuunda kayıtlı bilginin hem kendi öz cevheri hem de insan için olması ve “yaratış sırrı” itibarıyla bu mevzularda yaşayan “mana dili”ni genişletme işine koyulma noktasındayız, bir nevî “dağılmış yığını üst bir kıvamda tanzim-bütünleme” faaliyetini aktüel olarak devam ettirme. “Bitişikliklerdeki uzaklıkları, uzaklıklardaki bitişiklikleri görmek”, dört köşe izahların ötesinde ilham’a açık olmak, İslam aydınının en temel vasfını veriyordu Kumandan ve bunun diyalektiğini, “dağları taşları peşinden sürükleyen üstün diyalektik”. Burada bir mevzu var; bütün şubelerdeki pürüzler ve gitgide bütünlüğü aşındıran, insanî temas imkanı bırakmayan sapmışlıklar, bir yandan bedahetlerin hatalı vasıflanışları ve tabiî olarak bedahetlerle yanlış iş görme durumlarını, diğer yandan her ne kadar bedahatlerden kaçınamayacak olsa da, bedahetlerin bir kısmını yok sayıp bir yöne abanan veya bedahetleri büsbütün yok sayıcı bir kaosta, insan ve toplumu -sunî bir irade veya iradesizlik tasavvuruyla- hiçlikte salınan unsurlar olarak tespit etme hatasını gösterir fakat yine biliyoruz ki hakikate mutlak aykırı konuşmak mümkün değil. Bilhassa ilki bütün bir batı düşünce, ilim ve siyaset tarihinin çıkmazlarını özetlemesi, ikincisi ise 20. Yüzyıl düşünce ve ilim kargaşasının -popüler kültür ve siyasete de yansımış şekilde- temel niteliğini işaretlemesi bakımından mühim. Burada topyekûn düşünce, ilim, sanat ve siyasete İslâmî ve nihaî bir kıvam getirme, gereksiz ve faydasız yüklerden arındırma, çeşitli hikmetleri aslına bağlama işini, ölçüden milim sapmadan ve ölçüyü milim saptırmadan “mutlak fikre uygun söyleme” şartının sancaktarı olarak Büyük Doğu-İBDA’nın sırtlandığını görüyoruz. Ayrıca bağlılık çerçevesinde, saf düşüncede, ilimde vs. keşfedilen yeni bedahetlere uygun kalıp temin etme işine ışık tuttuğunu da, en öz ifadelerle bu. Bu kıvama ve arındırma faaliyetlerine dair bütün insanî uğraş alanlarından sayısını kestiremeyeceğimiz kadar fazla misal getirebiliriz. Buraları da misallendirirsek küçük bir kitapçık genişliğini bulacaktır sohbetimiz. Ben olabildiğince kısa şekilde birkaç hususa değineyim. Mesela “her medeniyet ayrı bir duyarlılığa sahiptir” hikmeti. Bu Batı düşüncesine antropoloji ilminin 20. yüzyıl başındaki verileri ve Saussure’cü dilbilimin tesirindeki antropolog C. Levi-Strauss’un çalışmalarıyla (ırk, tarih ve kültür, yaban düşünce vs.) yerleşmiş temel bir hüküm, “herkesin hakikati kendine” seviyesinin kültürel rölativist bakışı. Bu hikmete ister yapısalcı antropoloji yönünden yanaş, ister hikmeti yeni freudçuluk yönünden tasdik et veya başka yeni bir akım doğrultusunda paylaş. Neticede bu hikmetin Batı için sonrası yoktur. Batı aklının tekelini ve “ilerlemeci” ezberleri aşındıran bir farkedişten, en güncel olarak post-modern “çoğulcu demokrasi” lafazanlığını, daha da ilerisinde ise kimlik fetişini -ahlakî rölativist- beslemekten öteye gitmez. Oysa İBDA terkibi içinde bu hikmet -yaratış sırrı’nda mahfuz- bütün toplumlar, kültürleri ve ahlakî yapılarıyla insanlığı hükmü altına alan mutlak hakikate bağlı mühim bir unsuru teşkil eder ki, mukaddes Şeriat’ın kavim kavim, topluluk topluluk kuşatıcılığına yapılacak vurgu için en çarpıcı malzemelerden biridir, “ayrı ayrı kültür ve ahlâkî bünyeleri değerlendirme ve derecelendirmede”. Bedahetlerin hakikatini ölçülendiren ahenkten çeşitli bedahetlere değer tayini. “Herkesin hakikati kendine” bahsi bir bedahettir ve bu bedahetin “hakikati” ne, sorgusu yok sayıldığı an, hem ultraliberallerin pozitivist hukuk ideallerine hem de kimlik fetişistlerinin her türlü norm düşüncesinden sıyrılmış kimlikçi taleplerine yol verilmiş olur, oldu. İster dinî ister felsefî olsun bütün nevileriyle “aşkın hakikat-aşkın fail” kabul ve tasavvurlarından tiksintinin göstergesi, Batılı anlamda. Buradan geçiş yaparak yine kısaca ifade edersek, “zihnî karar” ile “ahlakî karar”ı hakikati mukayyed-bağlı bir tecrit seviyesinin kategorik sebeplilik düzeninde aynılaştıran klasik inşaların -haklı olarak- reddedildiği noktada, “hayatın hakikati” gibi bir mesele nereye denk düşer? Başka bir yönden, hayatın hakikati (bu artık aşkın bir hakikat değildir) zihnî tecritle ifade edilemeyen hususî “ferdî oluş”larda aranıyorsa, irca yokluğunda bu arayış muhtevası boşaltılmış bir subjektifliğe çanak tutmaz mı?. Sartre da bu noktaya vurgu yapıyordu ve “fert hakikati”ni Marksist dünya görüşünün içine tekmil maksadıyla sokmaya çalışıyordu. Varoluşçu çizginin tarihî-içtimaî müşahhas hakikat boşluğunu da Marksizm’den gidermenin çıkmaz yollarına sapıyordu. Burada ne “müşahhas varoluş” açısından ne de “küllî bilme” nokta i nazarından bir “kefalet” sorgusundan söz edilemez, buna gerek de duymazlar, insan serüveninden dışlanmış bir kaygıdır. Batı düşünce tarihinin muhteva ve metod bakımından vaziyeti ortada tabi. Fakat insanî hakikat tecrübesinde olmazsa olmaz bir bedahettir aynı zamanda bu, ıskası insanî özün tacizini beraberinde getirir. Böylece her iki iddia da boşlukta savrulup durmaya mahkûm olur. Hatırlatıyım: “İnsanı kendi kendisi için problem olarak gören düşüncelerin nizam çapına geçme iddiası olmadığı”. Hem müşahhas varoluş yönünden insan keyfiyetinin hem de küllî bilme-aklîlik yönünden zihnî tecridin “yeri ve değeri”nin Allah Sevgilisinin mihrak şahsiyetinde toplu olduğunu söylüyoruz; küllî ve cüzî hakikatler O’nda. “Ahlakî karar” ile “ahlakî gereklilik” bedahetlerinin ahengi O’nun zâtında hakikatini buluyor. Hem O’nun müşahhas varoluşların zirvesini-hakikatini temsil etmesi hem de yaratış sırrı’nın en mahrem muhatabı olması. “Gerçekleşmeden önce mümkün olma” halinin yeri ve değerinin, çeşitli felsefî çabalarla değil de, kendisine göre tayin edileceği ufuk mihrak… Burada “veraset meselesi” de gündeme gelir, 15. İslam asrı İslam Diyalektiği için. Çok tekrarlamıştık, yine toplayalım. Tarihî-zamanî keyfiyet, zamandışı şuur verimleri ve zamanüstü urucun hakikatleri nefsinde toplu, fert hakikatinin temsilcisi Allah Resulü’nün nurundan belirli bir zaman ve mekânın derinine süzülen “mantık üstü mantık”ın mimarların nabzında “bedahet temposu” hâlinde atması; “İBDA Diyalektiği Ölçüleri”, “Büyük Doğu Tarih Muhasebesi”, “tarih-zaman şuuru” inzibatlığı… Biz az evvel konuştuğumuz konularda ve benzeri misallerde tevhidî tecrit tavrının, ham yobaz ve reformist çevrelerde seyrettiğimiz zeminsiz, muhasebesiz dışlama veya yine zeminsiz, muhasebesiz yamanma, tesirine girme durumlarının aksine, antitezleri bile şifaya tahvil etme hususiyetine dair bir incelik buluruz, terkibî ahenge odaklanmadan imkansız tabii ki bu. Ek olarak birçok misal getirebiliriz dediğim gibi fakat burayı uzatmak istemiyorum. Okumalarda eserlerden özel pasajları bu hassasiyetle seçip çekimleri ona göre yapacağız inşallah. Ama bir mim koyacak şekilde, ilk eserimizden “örgüye iştirak” faaliyetimize yönelik bir notu okuyarak bu konuyu şimdilik kapatayım: “…“İslam hakikatlerine nisbetle usul belirten Büyük Doğu anlayışına nisbetle ona uygun usul, metod ve diyalektiği gösterme mevkiindeki İBDA” ifadesi, Büyük Doğu ve İBDA mimarları yönünden bir “netice fikir”dir; onların varlığının aynıdır. Onlar zaman ve mekan derininde “bedahet temposu”nu nabzında hisseden ve serüvenleri boyunca türlü sahalara hasreden kahramanlar… Peki bu ifadenin “bağlılar” yönünden manalandırılması?
Bir yandan bu “usul, metod ve diyalektik” mevkiinden vazedilen prensiplere “muhataplık” bakımından, hem ilgi sahalarına dönük imajların
değerlendirilmesinde hem de esas aldığı nefesi (Büyük Doğu’yu) genişletme serüvenine dair –“teorik dil alanı” kurumunun– uyarıcılıklarıyla buluşacak şekilde yerinde malzemeleri arama; ki bu faaliyet sağlıklı olmadığında, ya şuradan buradan (tevatüren) duyulanlar tekrarlanır ya da büsbütün saçma alakalandırmalarla bizzat bu prensipler iptal edilir. Öte yandan, esas aldığı anlayış tarafından “kendinden zuhur” ile vasıflanmış ve “kendinden zuhur dili” ile vasıflama şart ve imkânlarına sahip İBDA’yı, kendi nefsinde arayıcı olarak, “nasip” kovalayıcılığı -bu “varoluş çizgisi-kader sırrı”nı, “ben bilgisi”nin tecride dair hususî yollarını kovalamaktır- ile bulma, açığa çıkartma ve bulduğu halini tüm hayat alanlarında arama; vasıflanma, vasıflandırma… İlkinin de ikinciye bağlı olduğu görünüyor. Bura-
da “bulunan-açığa çıkartılan”, bedaheten bilinen ile –yani nasip ile– aynıdır; ideolojik bütünlüğün vaazının “şahsiyeti koruma ve vasıflama” hassasiyetiyle ortaya konuluşuna mukabil, bağlılığı şahsiyeti inşa noktasında bir esas haline getirme, hakikatiyle “insan-şahsiyet” olabilme şartlarını İBDA’da bulma –ki bu önce öncü bir “kadro-topluluk” ve giderek özlenen toplumun inşasında en temel ipucudur–, şahsî bir faaliyettir. Bu şahsîlik, ideolojik-politik duruşlarda, hikemî yönelişlerde, ilmî araştırmalarda vs. kargaşaya sebep olacak rastgele bir “subjektivite-öznellik” değildir ve “içtimaîlik” de bu perspektifte yerli yerine oturur. “Tarih Muhasebesi”, “tarih-zaman şuuru” ve düşünce çizgisinde yeşeren yeni “hayat duyarlığı”nın “diyalektik ölçülerimiz” bahsi bu doğrultuda yaşanacak tüm olumsuzluklara settir; hakikati mukayyed-bağlı bir nesne-varlık gerçekliği kabulünün “objektiflik-nesnellik” dayatması değil, “veraset sırrı-topluluk hakikati”ne bağlanan asıl, öz…”

İGİ- Güncel sorulara geçmeden önce, bu vb. konulara dair söylemek istediğiniz son bir şey var mı?

AK- Çok şey var aslında ama burada bahsetmeden geçemeyeceğim bir konuyu belirtmek yeterli olacaktır. Birkaç ay içerisinde, daha sonra eser olarak basmayı düşündüğümüz bir çalışmayı (Ula Mahremi) yayınevi sitemizden bölüm bölüm tefrika etmeye başlayacağız. Bu çalışmalar basacağımız iki eserden sonraki, çeşitli sahalara yönelik çalışmalar için bir gıda deposu hüviyetinde adeta. Bizi takip edecek gönüldaşlarımızı bu çalışmalara göz atmaya davet ediyorum. Letta cephesinde lisanîliğin özüne yönelerek çıktığımız hususî serüvenden çeşitli sahalara doğru salınıp durduğumuz bir mekan. Duamız odur ki, Letta fikrî verim zemini, bu çalışmalarla beraber kendi lüzumunu ve üretici kanallarını kadrosuna sindirme işinde ilk eşiği atlayacaktır.

DEVAM EDECEK…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

You May Also Like